10.6.09
Bu blogun yeniden sonu geliyor. Geriye dönüp baktım şimdi, en eski blog postum 2007 Mart başları görünüyor. Muhasebecilik yapalım: Aradan iki yıldan fazla zaman geçmiş, dört beş kez silip yeniden yaratmışım, isimleri ve adresleri değiştirmişim, burdan gelen geçenle, birçok insanla öyle böyle tanışmışım, sevmişim, kızmışım, didişmişim, tartışmışım. Demek ki dünyamda öyle böyle yer edinmiş bir iş haline gelmiş blogculuk. Ama memnuniyetsizlik peşimi bırakmamış galiba ki, kullanıcı ismimi bile dört kez değiştirmişim!

Bol çelişkili yaşamda olanları ister istemez buralara yansıtmanın sonucu olmuş bu, sanırım...

Şimdi en başa dönünce şu zaman yazdıklarımla karşılaştırınca çok daha iyi şeyler yazdığımı görüyorum geçmişte; daha akıcı, daha cesur, daha yürekten mi dersiniz artık, bilmem ama daha iyi gibi en azından. İşte bir yerden sonra aksamaya başlamışım, dil'im dönmemeye başlamış, ve yazdıklarım kişisel çalkantılarımla, huysuzluklarımla da çarpışmaya başlamış. Halbuki kişisellik ancak zamana yayıldıktan sonra bir ayar tutturarak yazıya dökülmeli gibi uyuz bir ahlakım var sanırım benim. Bu kuralımı bozunca uzun vadede hoşlaşmıyorum kendimden.

Yanlış anlaşılmasın, elbet acaip bir şeyler döktürmek gibi bir niyetim olmadı, belli olduğu üzere yazdıklarım da aman aman olsun diye çırpınmıyorum zaten. Uzun bir süredir spontane, o an ne dökülmüşse aklımdan, bunları olduğu gibi aktarıyordum, sayıklıyordum. (Tabii aktarır aktarmaz hızlı bir düzenlemeden geçirmeye çalışarak...) Velhasıl kendi halimce karalamak amacından başka çok şey de gütmedi bu blogların her biri ama sonunda karaladıklarımı en başta benim sevmem, gerçekten sevmem gerekiyor. Bu sevgiye değer kılmak için de bir tür enerji gerekiyor.

Kibir diyeceksiniz belki içinizden ama o değil... Garip bir anksiyeteyle dolduruyor beni hemen aklıma gelenleri açmak. Bazılarınız anlıyordur mutlaka. Bazılarınız siliyor şimdi, duramaz bir aya kalmaz yeni bir tane açar diyecektir. Bazılarınız canın cehenneme, ne saçmalıyorsun. İşte bu bazılarınızın toplamı aslında bir bakıma da benim zaten.

Bir nefes almaklıktır bu gidiş.

Hoşçakalın şimdilik.

Ciao!
posted by Tolga @ 5:39 PM  
8.6.09
yazıya dair
Yazmak en baştan yasaklanmış öznenin ($) kendi üstüne çizik atmaya cüret etmesi demektir. Eğer çokça denildiği üzere yazmak (writing) aslında yeniden yazmaksa (rewriting), bu durumda çizikler üstüne çiziklerle dolu bir öznel varoluşu göze alıyoruzdur. Bu yazıdan ‘ben’ kadar ‘sen’ de sorumludur. Bundan yazar ve yazdıkları ayrıklaşır: Yazarın kendi yazdığına dair söylediklerini yazının ne’liğine dair bir kıstas olarak alamayız. İyi yazı, yazarını kapı dışarı edebilendir. Yazar artık sadece kovulduğu dış dünyadan ona aracılık yapabilmeye muktedirdir.

Yazmak, yeniden yazmaksa eğer, sürekli bir fark ortaya koyabilme huzursuzluğunu kendine dert eder durur. Bu dert onun motorudur aynı zamanda. Fark, yazarın bulunduğu koordinattan kaçmak ya da uçmak için sürekli bir memnuniyetsizliği araç ederek oluşturduğu, farkedilmeyecek sonsuz küçük izlerdir. Bu minik darbeler her yazıda raslantısalsa da, biriken yazılar toplamı yoluyla bir karakteri ayırdetmek gibi bir umudu da içlerinde taşırlar sonuçta. Böylece memnuniyetsizlik kendini ortaya koyma şansı bulacak, ötekini yadsırken kendini de yadsıyacak ve hiç bilmediği bir evrene gireceği umuduyla yaşam enerjisini sağlayacaktır. Bir şarkı ya da ezberlenmiş bir dua ağzımızdan çıktığında “akılsız”ca kendini tekrar eder ve böylelikle dinleyene de söyleyene de haz verir. (Ya da daha doğrusu ‘gaz’ verir.) Çünkü hazzın zerrece aklı olmaz; o, akla en yakın mesafedeki akılsızlıktır. Haz, aklın son kertede akılsızlığa aktığı noktada fışkırır.

Yazı, mikro ölçekte akılsızca evrilerek kendini idame ettiren sürecin bir parçasıdır işte. Her akılsız kelime çıkarımından sonra, yazar kendinin günün sonunda değişeceğine iman eder. O yüzden usta bir nişancıyı taklit edercesine tek gözünü kapatır da yazar. Her yere dikkat kesildiğinde aslında gidecek hiçbir yeri yoktur çünkü, bundan tek yapabileceği dışavurduğu akılsız bir söz’le yaşamın aptal kutsiyetine yaraşır olmaktan ibrarettir.

Labels: , ,

posted by Tolga @ 1:49 PM   2 comments
5.6.09
kimseli ya da kimsesiz
“… Bir zamanlar kendime: ‘Hayatı anlamak mı, hayatı yaşamak mı?’ diye sormuş ve anlamayı, dahası anlamaya çalışmayı ve anladıklarımı da yazmayı seçtiğimde, orada kimsesizliğimin, kimselerimden hakiki olduğunu bütün çıplaklığıyla görmüştüm; ben aslında o gün bugündür kimsesizim… Bu yüzden birileri, olsa olsa kimsem değil, kimsesizliğim oluyor benim…
Hayat ve ilişkiler, kimsesizliğinizi kavramanız için çok fırsat sunar size; gerisi size kalmıştır…Ya inanır ya da avunmayı sürdürürsünüz.Bu konuda gerçekten özgürsünüzdür. ”

“…Deliler, şizofrenler, filozoflar ve şairler dışında herkesin bir ‘kimsesi’ vardır; tabii bir de genellikle yok sayılan kimsesizliği… Çünkü insan, hep kimsesine bakan, kimsesizliğini ise inadına yadsıyandır… Bu yüzden ‘derdini söylemekle ona çare bulmanın aynı şey olmadığını’ anlayıncaya dek, hep ağlaya sızlaya koşar dururlar kimselerine; çünkü insan, sürekli avunması ve avutulması gereken bir varlıktır.”

[Yılmaz Odabaşı, Herkesin bir kimsesi bir de kimsesizliği]

Gerçi bu kadarı yeter ama tamamı şurada alıntılanmış.

Labels:

posted by Tolga @ 11:47 AM   3 comments
3.6.09
Alis'e
“And I will think of this
When I am dead in my grave”
(T. Waits)


Kimsesiz bir ceset. Türkü söyler. “Bir gün bu dünyadan göçüp gidersem”. Gariptir, ceset göçtüğü yerden ses çıkarmakta, olup bitmişin arkasından acılı bir ıslık çalmaktadır. Sesi duyulmaz ama kendini över durur ara ara. Ceset, seksensekiz dili birden (içinden) konuşur ama (dışından) duyulmaz. Ceset, Deleuze’un o yabancı aksanla yazmak olarak betimlediği stilin sahibidir. Stilli’dir maşallah.

Olmadık yere heyecanlanır, koca kalbi çarpar durur. Yerinden kalkıp, dans edecek platform arar mezarında. Olmaz. Stil sahibi değil boşuna: Kefenindeki gibi beyazdır saçları büyük ihtimal, içine girdiği tabutun kahverenginde de bıyıkları olsun ister bir de hüdadan. Üstüne ekilen çiçekleri göremez, düşler onları. Kafasındaki papatyayı katrilyonlarca kez yolmuştur halbuki her sene: O geldi ve ağladı, o geldi ve ağlamadı, o gelmedi ve ağladı, o gelmedi ve ağlamadı. Mezarı nasıldır acaba. Düzenli mi, kaç kez çocuklar su dökmüştür, kaç ayyaş işemiştir, kaç it kakalamıştır, üzerinde sevişen olmuş mudur. Saçmasapan sorular gibi görünebilir bunlar. Ama cesedin zamanı sonsuzdur, mekanı da daracık ve bir o kadar sonsuzdur yine, hayaletmek, yaşayamadığı gerçekliğin ne olduğu üstüne zihninde durmaksızın imgeler oluşturmak zorundadır. Velhasıl kendi mezarında kürek mahkumudur o.

“Düşler birleşsin, gerçekliğe yerleşsin” isimli harikulade bir eylemin organizatörü olmak istemiştir vakti zamanında, ama çok geçtir. Ertelenmiş düşler artık ancak bakterilerin, tür tür böcüklerin (böcek deme bana), selocanların (solucan ne iğrenç bikelime), mikimauslarla (sıçan çok kaba bikere) katıldığı orjilerde imkansızlığın en dibinde varolabilir. Bundan sapkın bir haz mı alır eskisi gibi, alsa n’olur almasa n’olur.

Acımasız birileri ‘o hakettiğini almıştır’ demişti sadece.

Labels:

posted by Tolga @ 8:37 AM   1 comments
Placebo effect
God damn it!

The price of not knowing enough German: Drinking decaffeinated coffee every goddamn morning.

It was Aldi, it was cheap and tell me why I am supposed to know the meaning of Entkoffeiniert !?

This explains my shitty, sleepy days despite my coffee filled stomach.

[I don't have Turkish keyboard right now and this is the first and the last English post in this blog.]



Labels:

posted by Tolga @ 1:07 AM   2 comments
25.5.09
"ben beni, kendimi, canımı, özümü"
"Yes, for years, I still can't find out who the fuck am I, man. Excuse my language doctor. I don't know who the fuck I am."
Handbook for the Assessment of Dissociation: A Clinical Guide

Bilindiği üzere psikiyatristlerin psikoz teşhisi için sordukları ilk sorudur: “Biri tarafından izleniyor musun?”

Biri tarafından izlenmek: Bu, tabii benlikteki ben-öteki kopuşunun aslında rahatsız edici derecede ortaya çıktığı durumdan başkasını işaret etmiyor. Ben’in öteki ile kopuşu hem (simgeselde) ben-ideali (Ichideal) hem de (imgeselde) ideal-ben (Idealich) şeklinde ortaya çıkıyor.

İdeal-ben’e dair Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ındaki köşe yazarı Celal’in ağzından şunlar dökülüyor:
“Düşüncemin ya da hayalin, yanılsama aleminin –ne derseniz deyin- ortasında gördüğüm şeyin benim bir benzerim değil, kendim olduğunu da hemen anladım. O zaman bakışımın, az önce gördüğüm o ‘göz’ün bakışı olduğunu hissettim. Demek ki şimdi ben, az önceki ‘göz’ olmuştum ve kendimi dışarıdan seyrediyordum. Ama tuhaf ve yabancı bir duygu değildi bu, korkunç bir şey hiç değildi. Kendimi dışarıdan görür görmez hatırlamış ve anlamıştım zaten kendimi dışarıdan görmeyi alışkanlık edindiğimi. ”
Dışarıdan izlenmek dediğimden kasıt az çok bu. Artık parçalanmanızın kendinize görünür hale gelmesiyle, hep kendi ideal ben’iniz (Idealich) tarafından izlendiğinizin farkındalığı... Aslında yukarıda denilenin aksine hayli “korkunç” (zaten aşağıdaki alıntıda karakter bunu bir bakıma itiraf etmiş oluyor), artık imgeseldeki ötekinizin transaparanlığının baş göstermesiyle baş ağrıları yaratacak kadar hayatı zorlaştıran birşey olabilir bu. Özellikle Badiou’nun “atonal” dediği sessiz, sembolik verimliliğinin azaldığı dünyamızda... Örneğin karşımdaki sen’e bakarken aslında sadece sen’e değil “sen’e bakan ben”e dikkat kesilebilirim. Psikotik bir dünyanın sonu gelmez kayıp otobanında ordan oraya savrulabilirim. Alıntı şöyle devam ediyor:
“Yıllardır kendimi dışarıdan görürken kendime çekidüzen veriyordum. Kendimi dışarıdan görürken, ‘Evet, herşey yerli yerinde ,’ diyordum; kendimi dışarıdan görürken, ‘Yeterince benzemiyorum’ diyordum, ‘benzemek istediğim şeye yeterince benzemiyorum. ’ Ya da ‘Benziyorum ama daha gayret etmeliyim,’ diyordum yıllardır ve sonradan kendimi dışarıdan görerek, ‘Evet, benzemek istediğim şeye benzedim sonunda!’ diyordum mutlulukla, ‘evet benzedim ve ben O oldum!’ ”
Kendine sürekli çekidüzen vermek zorunda kalan ben ve O yani ideal-ben, ve aslında özne o benzeyişi sağladığı noktada çöküşe daha yakın olacaktır. Çünkü O aslında hiç olmayacak bir O olarak tanımlanmışken, olabilecek en kötü şey ben ve O arasındaki mesafenin kapanması. Yani parçalanmamın kaçınılmaz olarak ben’e benzediği noktada artık “kendim”den nefret etmeliyimdir. Ben asla O’na benzeyerek eski görece harmonik duruma yani parçalılığın opak olduğu düzleme geri dönemem. Kriz tam da aslında ben’in sadece O’ndan medet ummasıyla başlıyor. Ben-ideali’ni Öteki işaret ediyorken, bunun aksine ideal-ben’i ta kendim hayal ediyorum, Öteki’ni devre dışı bırakıyorum, ve buna uygun olarak bir başka ‘sen’ de tanımıyorum. Tüm herşey ben’in o asla ulaşamayacağı ben’e kilitlenip kalıyor. Zamanla ben ve O birbirine karışmaya başladığından “benlik” duygusu (ilüzyonu) da kaybolmaya, kelamsız, dilsiz, garip bir betona dönüşmeye başlıyor. Ulaşılacak olan en mükemmel O: Soğuk, sessiz, dilsiz, pürüzsüz bir beton yığını. Tüm ‘sen’ burada askıya alınıyor, bir ötekine adım atıp ondan kaybolmak riskine giremeyen özne işte o betonarme dünyasında yaşamaya, kendine fazla gelen özgürlük’e tahammül edemeyenin kaderi olan maphusluğa mahkum oluyor.

İşte bundan Celal karakteri bir öncekinde bahsettiğinin aksine her nedense bu sefer O’nun korkunçluğunu itiraf etmek durumunda kalıyor:
“ O tabii ki, ‘göz’dü. Olmak istediğim kişiydi göz. Ben önce ‘göz’ü değil, O’nu yaratmıştım, olmak istediğim kişiyi. Olmak istediğim ‘O’ da kendinden bana uzanan o korkunç, boğucu bakışı salıvermişti üzerime. Özgürlüğümü kısıtlayan ‘göz’, her şeyimi görüp yargılayan o insafsız bakış, üzerimden hiç ayrılmayan lanet olası bir güneş gibi tepemde asılıp kalmıştı... ” (vurgular bana ait)
“Annemin hayranlıkla sözünü ettiği çalışkan ve zengin bir komşu, Batılılaşarak kendini memleketini kurtarmaya adamış bir paşanın gölgesi, baştan sona okunmuş bir kitaptaki kahramanın hayali, bizleri sessizce cezalandıran bir öğretmen, annesine babasına ‘siz’ diyen ve her gün başka bir temiz çorap giyecek kadar zengin bir sınıf arkadaşı, Şehzadebaşı ve Beyoğlu sinemalarında gösterilmiş yabancı filmlerin akıllı, başarılı ve hazırcevap kahramanları, onların içki bardaklarını tutuşları, kadınların, güzel kadınların karşısında öyle rahat, öyle şakacı, gerektiğinde kararlı olabilmeleri, ünlü yazarlar, filozoflar, alimler, kaşiflerin ve mucitlerin ansiklopediler ve kitap önsözlerinde okuduğum hayat hikayeleri, bazı askerler, gece uyuyamadığı için bütün şehiri sel felaketinden koruyan hikaye kahramanları...”
Burada Pamuk, Celal’in ağzından ideal-ben imajının güçlü ve zengin bir tasvirini veriyor. Dikkat edilmesi gereken burdaki ben’in O’nu oluşturma girişiminde mesela bir Anne’den (M-other) aldığı komutu değil ama onun hayranlıkla bahsettiği birini kaynak edinmesi... İdealizasyon için örnek alınan imge, mesela Baba’nın kendisi değil Baba’nın politik olarak gıcık olduğu, ters düştüğü güçlü bir karakter olabilir. O karaktere ben’in idealizasyonunda güç veren şey ne peki? Sapkın bir farklılık.

Ben öyle bir imaj yaratmalıyım ki, bu Öteki tarafından ‘farklı’ karşılansın ki ‘varolabileyim’. Ben’in yarattığı O, bu anlamda sığınılmak zorunda kalınan, opaklığını kaybetmeye başlamasıyla birlikte her an çatırdayabilecek aynasal duvar. Bu yüzden O’na duyulan hayranlık her an nefrete dönüşebilir. İmparatorluğun kuvvetlerinin gözümüze soktuğu ‘I shop therefore I am’ [Alışveriş ediyorum, öyleyse varım] lafızlarıyla bize sürekli işaret ettikleri imge süperstarlar da olabilir, başörtülü, muhafazakar ama egzantrik seksi kadınlar da, ağzında purosuyla Che kılığında muhalif görünümlü kahramanlar da... Form dediğimiz zaten son tahlilde içerik’i içerir. Bu nedenle idealizasyon sürecinde safça “içerik form’a dönüşüyor ve böylece formda anlamını kaybediyor” diye düşünmek doğru değil: Tam aksine form’un kendi kalın sınırları bozulup ‘eşdeğer’ ve her an alınıp, satılabilecek, he an raftan indirilip, gözden düşebilecek, her an kendini yokedecek ve bu yüzden varolmak için sürekli yeni bir imaj arayan bir çıkışsızlığın canavarca izinde anti-form’a dönüşüyor, ve böylelikle kancasına bir türlü takılamayan öznenin deformasyonu gerçekleşmiş oluyor .

Labels: , ,

posted by Tolga @ 10:24 AM   3 comments
20.5.09
Schweinegrippe
Hiçbir şey okumuyorsun.. Hiçbir şey izlemiyorsun.. Hiçbir şey dinlemiyorsun.. İçindeki su çoktan içilmiş. Döndür bardağı. Belki bir damla. Bir damla ki, kanayan gözbebeğin.

Silinmiş bir hafıza seninki. Bir tek ötekine basıyor kalayı: Ö t e k i c e h e n n e m. Peki ötesi? Var mı bunun ötesi?

Tüm zamanlar birbirine karışmış: Rüyalar, gerçekler, diller, aksanlar, övgüler, yalanlar, küfürler, kafirler, hainler, inançlar, yumruklar, devrimler, zenginler, fakirler, yamuklar, eğriler, büğrüler, kucaklamalar, sarılıp sarmalanmalar, tepinmeler, salyalar, sümükler, alkışlar, yuhlamalar.. Diplomanda ne çok kırığın var.

Geçmişinden gelen sesler artık yoklar! Unuttum. Unutmayın, ben her sabah size seslenen umuttum. Tum: Present perfect diye bir kip yok kitabımda.

Şimdi topunuz bir çatlak pencerenin buhusu-sunuz. Silik bir aklın sökük kahramanları-sınız.

- Bana birşey söyle baboli. İyi misin baboli. Herşey yolunda mı baboli.
- Hastayım. Bir salgının kurbanıyım. Hepsi bu.

Labels: ,

posted by Tolga @ 11:07 AM   3 comments
18.5.09
Sapına kadar gitmek
"Eğer deneyeceksen, sapına kadar gitmelisin. Yok gitmeyeceksen, baştan bu işe girişme bile. Eğer deneyeceksen, sapına kadar git. Bu kızarkadaşını, karını, akrabalarını, işini ve belki aklını kaybedeceğin anlamına gelebilir. üç dört günlüğüne yemek yiyememen anlamına gelebilir. Bir parkta bank üzerinde donman anlamına gelebilir. İçeri tıkılman anlamına gelebilir. Aşağılanmak, alay edilmek, izole edilmek anlamına gelebilir. İzolasyon dediğin sana verilmiş hediyedir. Diğerleriyse sadece tahammül sınırlarını, gerçekten ne kadar istediğini test etmek içindir. Ve sen en kötü ihtimalle reddedilsen bile, yapacaksın. Ve yaptığın hayaledebileceğin herşeyden daha iyi olacak. Eğer deneyeceksen, sapına kadar git. Böylesi bir hissiyat yok. Tanrılarla yalnız olacaksın ve geceler ateşinle alevlenecek. Yaşamı dimdirekt en mükemmel neşeyle sürükleyeceksin, asıl kavganın olduğu yere." [Orijinali burada.]

Böyle buyurmuş Bukowski bir kitabında. Haz alarak bir solukta çevirdim. Evet, izolasyon bir hediyedir, kullanmasını bilene.

Labels: ,

posted by Tolga @ 11:16 AM   4 comments
12.5.09
Maksat hayatı düzülenler hayat düzsün
Hep bulantı, hep bulantı nereye kadar, değil mi sayın cemaat...

Daniel Dennett'ın sayfasındaki bir linkten "Game of Life" adlı mükemmel bir oyunun varlığını öğrenmiş oldum. Oyun mükemmel, çünkü oyuncu yok, kazanan yok, kaybeden yok, kurallarsa çok basit.

Yaratıyorsunuz ademinizi, lezzetli kaburga kemiğinizi filan sonra hayat şekilleniyor. Hem de hiç tahmin edemeyeceğiniz şekilde. Macera, aksiyon, ihtiras hepsi var. Ve tabii zaman içinde sistem kararlı hale geliyor, kullarınız imana geliyor ve hayat son buluyor. Dikey ya da yatay yanyana üç düz grid salınıma giriyor kural gereği. Bunlara “oynak yaratıklar” diyoruz.

Hayat son bulunca sakın ola üzülmeyin, hemen yeni bir iki kare daha ekleyip, kaldığı yerden devam ettirebiliyorsunuz. Böyle izleyip izleyip, gülüyorsunuz. Hah yanında bir de şu "La Animateur" adlı şirin mi şirin animasyonu da izleyince, amman işim var benim diyip, son kalan muzlu puronuzu tüttürmeye doğru yol alıyorsunuz.

Enjoy life!

Labels:

posted by Tolga @ 11:42 AM   7 comments
9.5.09
Ain't talkin, just walkin

“You moaned louder than on the phone
Yes...You won't look at me?”
Three Colors, White, Krzysztof Kieślowski


Ne hayalim ne gücüm kaldı. Tükendim ve madeni para kokuyorum.

Ya da bugün kötümser tarafımdan kalktım. Diyorum, göründüklerinin aksine bir iki numara büyük olanlar varmış ayağıma. Tabanıma tabanıma vuranlar. Bob Dylan diyordu bildiğim son albümünde “tabanımda diş ağrısı” diye. Şimdi ağrısız, sızısız, hissiz olmak daha bir acaip. Ağrılarını özlüyor insan işte bazen.

Bir türlü tam batıl
ılaşamadık gitti, anasını satayım.

Labels:

posted by Tolga @ 6:19 AM   7 comments
4.5.09
Sırf ekmekle yaşamak

Otel odasındaki çekmeceden çıkan incilden:

Lukas 4
The devil said to him. 'If you are the Son of God, command this stone to become a loaf of bread.'" Jesus answered him, 'it is written, "One does not live by bread alone."'

Der Teufel aber sprach zu ihm: 'Bist du Gottes Sohn, so sprich zu diesem Stein, dass er Brot werde.'
Und Jesus antworte ihm: Es steht geschrieben: "Der Mensch lebt nicht allein vom Brot"


Bu sözler yüzyıllardır nasıl bu kadar geçerli ve güçlü olabilir?...

Bir insan sadece ekmekle yaşayamaz. Sadece ekmek kavgasıyla bu sistem aşılamaz. Herkese emeğine göre değil, herkese arzusuna göre.

Labels:

posted by Tolga @ 2:45 PM   8 comments
28.4.09
Puro ve espresso eşliğinde sessiz bir filmden kareler
“Bugün güzel şeyler söyle bana, Togliatti”

Böyle buyurdu bir dost. Hayata dair yenilgisine "kötü" sözlerimle katkıda bulunamazdım, onun içini daha da karartamazdım elbet. Karanlıktan bahsetmem en baştan yasaklandı.

Bu beni korkutuyor. Yaşamımızı saçma sapan hırslara kurban etmişken bunu görmezden gelip, o hırslara ağlamanın değersizliği her yerime batarken, kulakların tıkanması garip birşey. Melankoli değil dediğim asla. Melankoli birçok kez sahte hayaller yaratmanın aracı haline gelir görüntüdeki karanlığının aksine. Melankoli aslında içinde hiç olmadığımız sessiz garip gemiye sığınma hissimizi pekiştirir. Yaşanıl(may)an yaşamdan şikayetleri bir bir sıralarken, bir yandan da günahlarımızı maskeleyip, kendimizi hafifletmenin kurnazca yollarından biri olma potansiyeline haizdir.

Bundan günümüz sinik insanını çepeçevreleyen ideolojinin hegemonyası altında, karartı her daim sahte bir ışıkla kontrast edilmeli, hiç yaşanmamış olan geçmişin güzellemesi sonunda aslında hiç varamayacağımız o pürüzsüz fantastik gelecek mekanıyla süslenmelidir. Bundan melankoli aslında “tek başına” karanlığı kabul etmeye bir türlü yanaşmaz. Şimdi protesto edilirken unutulan şey tam da “şimdi”nin kendisidir. Hemen şimdi’nin olanaklarından kaçıştır.

Elimdekileri teker teker bırakmanın yolunu tutmalıyım. Üstümdeki tüm yüklerin hafiflemesi için tek yol, elimdekilerden vazgeçmeyi becerebilmem. Reelde elimde olan bir gözlüğüm, bir de laptopum var sadece belki. Geriye kalan herşeyse sanal. Ve ağzımdan çıkan, bırakayım dostumu, kendimdeki bir zavallı ben’in bile duymaktan pek hoşnut kalmayacağı bu işte: Saçma sapan sanal sapalak şeyler uğruna vücudumuzu ve onunla beraber aklımızı çürütüyoruz. Ve otoritenin buyruklarından sapacak bir yola girmeden de bundan kurtulmanın bir imkanı görünmüyor.

Herşeyi bırakmak demek herşeye yeniden başlamak demek aynı zamanda. Sıfır noktası dediğim, İsa’nın çarmıha gerilip yukarılara çıktığı an. Bu anın tüm zorlukları, yaşamın tüm zorunluluklarını bir çöpe fırlatıp atmak eyleminden kaynaklı olarak üstel olarak azalıyor.

En başından beri kendini podyumda sergileyen cüceler olmak zorunda kalmanın kendisi zor değil mi sanki? Bunun içinde bize bahşedilen güvenli yol kadar utanılacak başka ne olabilir? Bahşedilen güvenli yol için Güven’in kendisini kurban etmek yapılabilecek en büyük hata değil midir? Bize akıllıca yöntemler öneren tüm vaazların kaçırdığı nokta bu.

Lazım olan, elimizi kaldırıp, “Hayır” demek. Sonunda güvenli yolumuzun hasarlarını onaracaksa, protesto bile etmekten dahi kaçınmalıyız belki de. Acil, düşünmeden yapılan bir protesto tam da bulunduğumuz koordinatları garanti etmenin bir aracı haline gelebilir. Bu durumda atalet, harekete yeğdir. Ya da Ulrike Meinhof’un dediği gibi “protesto birşeyden hoşlanmadığınızı anlatmaktır, direnişse hoşlanmadığınız şeyi başka birşeye dönüştürmek için çabalamaktır”. Meinhof’un beynini çıkaran Alman doktora göre, “beynindeki tümör alındıktan sonra terörist eğilimleri artmış”mış. Yani psikiyatrımız Meinhof’un kısa sürede uslu bir gazeteciden bir RAF militanına dönüşümünü işte böyle beynindeki patolojik eğilimlerle açıklama yolunda gidiyor. Böylece teröristimizin neden terörist olduğuna dair bir bilimsel açıklama da getirmiş oluyor. Nöronlarımızı şöyle bir modelleyip, biz’i sınıflandırıyor.

Peki, Alman hapishanelerinde şüpheli bir intiharla hayatı son bulmuş olan Meinhof’un beynini gizlice, kimseye haber vermeden çıkarıp, bundan “bilimsel” sonuçlar çıkarmak yoluyla düzen karşıtlığını bir temele oturtma ihtiyacındaki ideolojik patolojiyi sayın doktorun beyninin neresinde aramak gerekir?

Kör olmuşuz. Dostumuzu görmeyi bırakın, önümüzü görmüyoruz. Saçmalık peşinde koşturmayı hayatta kalmak olarak görüyoruz. Üstünde ölçüm yapıldığında arıza çıkarmayan beyin, bitkisel bir hayata ait olmalıysa eğer, sağlıklı bir beynimiz var ve ölüyüz. Ne güzel.

Labels: ,

posted by Tolga @ 7:49 AM   2 comments
16.4.09
Bana güvenme bu sefer, hatta birlikte güvenmeyelim
If I say I love you, you don't understand. And if I say I hate you, you still don't understand. You don't understand that I want you, that I need you. Do you understand? No.


Sembolik kastrasyon diye birşey var: Size atfedilen şeylerin “siz”in kendi imgesel özdeşleşmenizle çakışmaması sonucu gerçekleşen durum diye tarif edilebilir kısaca. Size sembolikte atfedilen güç’ün işaret ettiği herhangi birşey olabilir, mesela mesleki ünvanınız olabilir bu dediğim...

Ama genelde sembolikte verilen şey asla bir özü karşılayamayacağindan, size atfedilen herşey bir yükü beraberinde getirir. Belki fallusun aslında eksik’in göstereni olmasının sebebi de budur.

Bugünlerde bu sembolik kastre ediminin dik alasını yaşamaktayım. Bu da bir gücün kölesi olduğumun sürekli kafamda dolaşması demek, özgür olmadığımın bana sürekli hatırlatılması demek.... Sürekli Öteki ve öteki ikilemini yaşıyorum bu babda: öteki’yle girişilen bir etkileşim olmadıkça hiçbir yolun alınması mümkün değil ama öte yandan etkileşimin Öteki’ne bağlı olmadan yapılması koşuluyla. Bu da çok zor. Kayıtsızlık bir işe yaramıyor, ya da daha doğrusu kayıtsızlığın kime / kimlere karşı gerçekleştirildiği bu konuda hangi yönde adım attığınızı gösteriyor: Bu anlamda sembolik kastrasyon, kişinin kendi kabulüyle başlıyor. Ya da Lacan’ın verdiği örnekteki gibi kişi kendisine silahını doğrultan hırsızın şu sorusuna cevap vermek durumunda kalıyor: “Ya paran ya canın!”

Biz canımız bizde kalsın diye cebimizdeki paranın tümünü çıkarıp soyguncuya veriyoruz, hayatta kalmamızın ve “paran mı canın mı” ikilemini yaşamamızın yegane yolu parayı vermeyi kabul etmekten geçiyor. Parayı verince yaşamımızı da devam ettirebiliyoruz çünkü. Kojeve’in Hegel derslerinde bunlar köle-efendi diyalektiği babında detaylıca veriliyor zaten. Amacım ne Lacan ne de Kojeve’i yeniden tekrarlamak... Sadece sembolik kastrasyonun kendisinin koyduğu engelin nasıl aşılabilir sorusunu yeniden sormak...

“Süpersin Togliatti, sana güveniyorum, sen yaparsın biliyorum, sen her türlü engeli aştın, bunu da aşarsın” gibisinden arkadaşça görünen lafızlar bile sembolik kastre etme işlevi görebilir. Bu güvenin kendisindeki eksik, aslında birlikte yapmaklığı maskelemekten kaynaklı... Bundan “Öteki’ne bağlı olmadan bunu birlikte yapabiliriz”i dıştalayan herhangi bir desteğin kastre ediciliği gözardı edilemiyor.

Bu durumda ortaya şu an’ın problemini birlikte koyabilecek ve sadece problemi geçmişle bağdaştırmakla kalmayıp bir gelecek kurgusu üzerine iz düşüremeyen her adım, yenilgiye uğrayacaktır. Demek ki geçmişten yaratılan melankoli ya da şimdi’den kaynaklı sembolik özelik köle olmayı destekliyor, onu eleştirir görünümü altında bile yeniden ve yeniden üretiyor: Kölelik, kendini irdelerken bunu yıkabilecek “çoklu” ve zengin bir gelecek ütopyasını önüne koymak ve kendisine atfedilen sembolleri teker teker kırmak ve kalan boşlukları kendi yarattıklarıyla doldurmak zorunda. Buradaki “kendi” bir ben ya da ona eşdeğer bir ötekinin birlikteliği yani bir “ben ve sen” değil elbet. Ben’in ve sen’in aslında radikal farklılığından kaynaklı ortaya çıkan başka şey, ya da ben'in ve sen'in biraradalığının “imkansızlığından” kaynaklı yaratılabilen imkan...

Labels: , ,

posted by Tolga @ 11:47 AM   0 comments
13.4.09
daha sonra tekrar arayınız
Ne çok gereksiz şeye bağlanıyormuşum? Ne çok saçma hayali karakterlerin ve olayların peşinde koşuyorum? Biri bana dur desin artık. Tek gerekli olan, olandan bitenden kaçacak uğraş edinmek. Gerisi boş.

Dün sevgili bir arkadaşımın gevezeliğini çektim içime, önce İran’a gittik, sonra Hollanda’ya, gitmedik tabii gideceğiz dedik ama gitmiş gibi olduk. Hayalleri bitmeyenlerin hala orda burda varolması ferahlatıcı. Sürekli yaşamın ciddi zorunluluklarına takılmanın sıkıcılığı böyle uzaklardan bir ses gelince bir an olsun unutulabiliyor. İşte ondan gerekli olan tek şey bu unutmayı bize verebilecek, içinde eriyebileceğimiz şeyler toplamı. Onun dışında yetişkinlerin para, iş, ev, araba, evlilik, işsizlik, zorluk, kriz dertleri boğazımı sıkıyor. Kendimin de bir yetişkin olduğunu hatırlatıyor. Elime birşey almaktan korkuyorum ondan, elimde kalır diye olacak herhalde.

Basit ve rastgele cümleler kurmaktan, bazen sessiz kalıp kafa sallamaktan çekinmiyorum. Bu takmamazlık ve bilinçli hafızasızlık durumları beni sevimsiz bir adam yapıyor, sonra bir an geliyor havalara çıkıp etrafa sataşıyorum. Çekilmiyor yoksa. Tüm durgunluklar en sonunda havalara çıkabilmek adına.

Labels: ,

posted by Tolga @ 3:42 AM   12 comments
12.4.09
shandurai, afrika ve two thumbs up
geri gidiyorsun üç iki bir – harfler birbirine karışıyor bu bahar da olması gerektiği gibi olmadı diyorsun – bir alman gemisindesin vakitlerden birinci dünya savaşı öncesi olsun istiyorsun – donanmana saldırı var üşüyorsun – her yer yanıyor güneş kızgın kum – bedenini üşüten bu yangının sebebini bilmiyorsun – bildirsinler istiyorsun – çok tembelsin

ayak uçlarına kadar üşüyorsun – bileklerin yorgun – ağlamaktan bıkmışsın – üzülmekten üzmekten bu dünyadan kahrolasıca dünyadan – ve umudunu sen sözcüklere ekiyorsun – ağzından çıkması imkansız harfler birikintisine

şimdi sen bir papatya ve leylak bahçesinde yürüyorsun – ayağın çıplak – üstün başın cam kırıkları yanıyorsun ve susuzluğunu gidermekten ölesiye ölesiye ölesiye korkuyorsun – ölmeden önceki son ana dua etmekten bıkmıyorsun

daha dün gibiydi oysa yıllar önceyken – buharlaşıyor teninden nem – ve bana kalkmış bir de mesaj çekiyorsun – bu filmi izle bu filmi mutlaka izle bu filmi izlemek zorundasın bu filmi izlemezsen olmaz bu filmi izlemezsen ayıp edersin

ben o filmden senin ayak izlerini çıkarmak uğraşındayım – senin kaderini – senin varlık sebebini – senin o incecik ipliğe bağlı soluğunu ve sessizliğini ve sesini ve yokluğunu bir filme iliştiriyorum ben de

şeritler geçiyor şimdi – bernardo bertolucci shandurai afrikalı bir kadının bir piyanistten etkilenişini ama renk vermeyişini kadının kocasının afrikada askeri cezaevinde kalışını ama nihayetinde piyaniste renk vermek zorunda kalışını ve sesleri ve piyano seslerini ve inişleri çıkışları

sonra senin iniş ve çıkışlarını bu filmde arayışımı – italyanca konuşamıyorum ama italyanca olmak istiyorum – çalışma kampındayım ve herşeyi hesaplamamı istiyorlar – bu dünyanın tüm rezaletlerini etimizi derimizi kemiğimizi gözlerimizi beynimizi herşeyi ve ben hiçbirşeyi hesaplayamıyorum – “adımdan gayrısını bilmiyorum”- tüm hesaplar eksik kalıyor – tüm hayaller eksik ve ne diyormuş truman adlı amerikalı manyak yazar biliyor musun – diyormuş ki gerçekleşen hayallerimiz için gerçekleşmeyenlerden çok daha fazla gözyaşı dökeriz

ben kurak bir çölüm artık – çinli bir kadın daha dün benden açık açık ağlamamı istedi – ağlamak zorundaymışım ve gülmek gerektiğinde de doya doya gülmeli kahkahalar atmalıymışım – bu kadın bunları nerden çıkarmış biliyor musun – ben demişim ona – ben demişim ona bu lafları vakti zamanında ve bana hatırlatıyor ve ne garip benim aylar önce ona ettiğim bu laflar bu sefer onun ağzından çıkıp beni bir güzel rahatlatıyor

işte varlığı anlatmaya sözler yetmiyor ama çırpınıyoruz – lalız çoğu zaman susturulmuşuz bundan tutarsızlıklarımız ve garip gelmemiz etrafımızdaki yabancılara – etrafımızda bizi tanıdığını sanan ve bize dost diyen ve nice zamanlar birlikte içtiğimiz birlikte olduğumuzu sandığımız dostlarımız tanımıyor beni

bertolucci filmindeki karakterlerle daha bir tanışık çıkıyorum halbuki – en çok sevdiklerim tanımadı beni – yakarıyorum – önümde bir tapınak olsa ve elimdeki şarabı kabul eyleyen bir tanrı ve kendisine küfredilmesini önemsemeyen tanrılığına ağlayan bir tanrı – yakaracağım ona
ve bir mum yakacağım senin adına – senin adına kuruntular edinmiştim ya hiç çekinmeden bu sefer batıl inançlar katacağım kolleksiyonuma ve bilim adamı kisvesi altında haytanın biri olacağım

ıslandık işte ağzımız yüzümüz çamur oldu tanınmaz hale geldik kendimize bile – o zaman ne diye beni sen tanıyacaksın

zifiri karanlıkta farları açık bir araba giderken yokuş aşağı son bir kez bakacaksın camdan ve derken yağmur ormanlarında ve sadece kuş sesleriyle örülü bir beyazda iki bank kurulacak bizim için – koskoca bir ormanda iki bank – öyle öyle tanrı tanrılığından utanacak

sıfır

Labels:

posted by Tolga @ 6:17 AM   0 comments
10.4.09
iyi kitap kendi kendini yazar
Eleştirel günlük mimlemiş, bu son zamanlar bloglar aleminde dolaşıp duran hangi kitabı yazmak istersin mevzuunda.

Aslında kitap değil de daha çok basit sözcükleri bir araya getirip sihirli birşey yaratmak isterdim. Kelime dağarcığın sınırlı, ondan böylesin de denebilir. Doğrudur, bir kelimenin beynimin derinlerinden yüzeye kadar gelmesi bayağı zaman alır, zaman zaman ağır aksak çalışan zaman zaman fırtına hızına ulaşan dengesiz bir kafanın ihtişamlı sözcükler bulması zor iştir.

Ondan basit sözcüklerin ritmine takmışımdır kafayı herhalde. Mesela “gün olur alır başımı giderim” sözcükler topluluğu nazarımda muhteşem bir sentez oluşturabilmiştir. Yoksa “gün” de “almak” da “gitmek” de sokaktaki adamın kullandığı gayet basit sözcükler ama bunlar biraraya getirildiğinde yaratılan şey inanılmaz cezbedicidir. Bu ritmi tutturabilmek hep isterdim, isterim ve isteyeceğim. Ya da L. Cohen’in yazdığı şu dizeler mesela,

“Yes, and thanks, for the trouble you took from her eyes
I thought it was there for good so I never tried“

Yine İngilizce başlangıç seviyesindeki bir Çinlinin bile bildiği ve kullandığı sözcüklerdir yukarıdaki dizeleri oluşturanlar ama onları biraraya getirebilmek ve bu basitlikten o zenginliği yaratabilmek böyle özel adamların ve kadınların işidir. Ve ben bu özel adamları, basit ve pür ama bir o kadar tılsımlı şeyler yazabilenleri severim, sayarım. Geri kalanlar “ciğercinin kedileridir” ve ciğerleri bitince tükeniverirler. Biterler. Ve evet elbette yazıda sapına kadar ve utanmadan “sınıf” ayrımı yaparım.

Gerçi mim tam olarak ne yazmak isteyeceğimi değil daha çok hangi kitabı yazmak istediğimi soruyor... Bu durumda gecenin şu yarısı ilk elden aklıma 1 yazar ve 4 kitap geliyor:

Nausea
The Age of Reason
The Reprieve
Troubled Sleep

Kitapları orijinal adıyla da Türkçe adlarıyla da yazmıyorum, sadece okuduğum dilde yazabiliyorum. Sartre denen muhteşem adamın geri kalan öykü, oyun, felsefi, politik eserleri bir tarafa kalsın, bu dört kitabı yazabilmek yeterli olurdu. The Roads to Freedom adını koyduğu üçlemenin ilkinde (The Age of Reason) kendinden esinlenip Mathieu adlı bir karakter yaratan yazar, gidip aynı karakteri üçlemenin son kitabında (Troubled Sleep) İkinci Dünya Savaşı’ında öldürebiliyor. Kendini sürekli yaratmak ve acımasızca öldürebilecek cesareti gösterebilmek... yazmak, üretmek ve hatta solumanın amacı bu olmalı kanaatindeyim ve Sartre’ın bu cesaretini içine alabilecek bir kitap yazmayı filan da geçtim, o enerjiyle yaşayabilmek dahi bana kafi gelirdi. İçindeki iniş ve çıkışlarla sürekli harcanmayı da göze alıp, karşındaki her neyse ona meydan okuyabilmek ve rezil olmaktan korkmadan, “başkasını” suçlamadan, bir büyük Öteki’ne asla dayanmadan, itaat etmeden yazılan, yapılan, üretilen her bir kırıntı değerlidir çünkü.

Ben de pası Proleter Palas’a ve Zeynep’e atmış olayım.

Labels:

posted by Tolga @ 4:59 PM   5 comments
8.4.09
Lal
Yazıyorum, siliyorum, yazıyorum, siliyorum. Şu Yaşar Nuri beyin sekreteri Şahane hanımın muhteşem cep telefonu mesajı kadar olsun sevgi pıtırcığı cümleler kuramıyorum:

“Tıraştayken dudaklarımı köpük yapmanı özledim.”

posted by Tolga @ 3:44 AM   0 comments
3.4.09
"and you want to travel blind..."
Özgürlük dediğin bir yol, sahipsiz kaldığın, temelsiz, köksüz. Aklına takılan bir mesele hakkında düşünürken, yorgun düşüp uykuya daldığın bir düş. Tam uykudan uyandığında sap gibi kaldığın ara basamak.

Birinin sorduğu soruya, kafanı sallayıp cevap verirken yüzünde beliren anlık sırıtış. Sensiz bir gülüş. Sensiz bir boyun. Sensiz bir dünya. Alis'in o gıcık kedisi işte özgürlük.

Ancak elimizdeki herşeyi kaybettiğimizde kendimizi bulabileceğimiz, kendimizi yoklukta aradığımız bir düş. Bunu ancak düşçüler anlar. Rüya sonrası uyanamayanlar. Her bir adımda bir bilinmeyene çarparak zenginleşecegi umudu ve dürtüsüyle soluk alabilenler. Bu susuzlukta boyuna kürek sallayanlar. Bir sözcüğe aklını takıp çıldıranlar. Acıya, ayrılığa, kahrolmaya gülenler.

Paranoya aslında herşey. Kendinden asla emin olamama. Kendinle asla çakışamama. Asla dediğine inanmama. Ama günü gelince kendinden çok ötekine inanabilme. Yağmur yağınca etrafına çamur sıçratabilme, arkadaşın sosisli yerken kurşun kalemin sıfırnoktayedimilimetrelik ucunu sosisin ortasına batırıp gıcıklığın üst mertebelerine erişebilme, o an arkadaşın yüzünü buruştururken, birden üstünüzden bir ütü geçmişçesine dakkalarca histerik histerik gülebilme birlikte. Birlikte, aslında bir parodi herşey.

Labels:

posted by Tolga @ 9:49 AM   9 comments
2.4.09
ground zero
"Geleceğim bazen, uykudayken sen
Beklenmedik uzak bir konuk gibi
Sokakta bir başıma koyma beni
Kapıyı sürgüleme üstümden"

diyormuş Bulgar şair, kurşuna dizilmeden önce karısına yazdığı şiirde. Yıllar yıllar önce Grup Ekin'den duymuştum... O zaman severek dinlerdim bu sözleri... İster duygusuz diyin, ister başka şey, keyfiniz bilir ama işte şimdi o etkiyi hiç alamıyorum.

Artık sadece her'şey'in değil ama aynı zamanda her'kimse'nin markalaştığı, ticarileştiği, satıldığı, kiralandığı, pazarlandığı bu zamanlarda şairin bunları yazmaya hakkı var mıdır?

Sokakta bir başına bırakılmışız işte, bunu kabul ederek başlasak herşeye, sıfır noktasından?

Labels:

posted by Tolga @ 10:21 AM   4 comments
31.3.09
Bahar yeni geldi buralara

“Dans etmek zorunda değilsin” diyen sayın matematikçinin dingilliği hemencecik, daha aradan bir hafta geçmeden açığa çıkıyor. Zira, kendisi “hiç dans edecek modda değilim” ayaklarıyla başlayıp, kalabalık bir platformda ruhunu şeytanın eline hemen oracıkta teslim ediyor.


Sırf o mu, güneş tepeye çıktığında Milkasever sarışın kızların çimenin ortasında bir bankta oturup açık havada ders çalışmalarının muhtemel zararları gibi mühim bir hususta notlar alıyorum. Gerçi ben güneşten etkilenmem, pek. De neden etkilenirim? Geçelim.


Bu aralar bir masala kaptırmışız kendimizi de etrafa aval aval bakıyoruz. Öğrendiğim dersleri ağzıma sakız yapıyorum, sonra o sakızı yanımdakilere dağıtıyorum. Onlar bunu çok seviyorlar. ‘Sakız yapıl, ağzıma çakıl’ gibi bir söylemi rehber edinip, çıkmaz bir yolun peşinde sürükleniyorlar. Zira bu sakızın patlayıp, ağızların en etli yerlerine yapışması gibi bir ihtimal var. Bunun korkusundan olacak, çiğnerken temkinli bir peristaltik hareket eşliğinde ritm tuttturmayı da ihmal etmiyorlar.


Arada hayat bitiyor. Güneş geçiyor. Sorular takılıyor kafamıza. Hangisi daha peygamberce: olay’ı beklemek ve onun için hazırlanmak mı, yoksa an'ın koşullarını hiçe sayıp sonsuzu yaşamak için sürekli çabalamak mı? İsa mı, Neal Cassady mi? Marx mı, Bob Dylan mı? Kafka mı, Ginsberg mü?


Bilene benden çilek aromalı damla sakız hediye.

Labels:

posted by Tolga @ 10:05 AM   4 comments
25.3.09
Tavuk 1, Lavuk 0

Kendimi attım. Dönerci yoluna. Artık dönerciler arkadaşlarım. Bir de yerini yurdunu çok seven, konuşunca yüzü kızaran, çekingen, Milka-sever sarışın kızlar. Bir de kafasında saç baş kalmamış matematikçiler. Böyle güzel teorik insan evlatları dans eylemine girmek istemiyorlar. Bana da salık veriyorlar: “Dans etmek zorunda değilsin!”


Adam diyor, senin kafa bozuk, aynı benimki gibi. Benim kafa bozukken diyor, ben dans filan etmem. Yani tabii bunları demiyor gecenin bir yarısında, zaten o sarhoş kafayla ben de bir halt anlamam bunları dese. Ama gözlerini dikiyor, yüzünde bir sırıtma, “dans etmek zorunda değilsin”. Tüm bu duruş, bu gülümseme, bu matematik kafası sırf bu cümleyle beni ikaz ediyor işte.


Onun kafada saç kalmamış ama benimki daha beter. Saçlar uzun ama akıl kısa, işte. Böyle mi diyordu atalarımız? Neyse, ben aldırmayıp dans ediyorum. Ama bizim matematikçinin haklı olduğu ancak yarım saat sonra aklıma geliyor. Hiç gerek yoktu dansa, ona buna ilişmeye halbuki. Kafamın bozukluğunu bile yaşayamıyorum.


Ne diyordum. Ha işte. Kendimi dönerci yoluna attım. Yani dönerci bahane, günlerdir midemiz tavuk döneri oldu zaten. Ne idüğü belirsiz bir hayvandan imal “et” döneri yerine tavuğu her daim tercih ederim. Nitekim, ne idüğü belirsiz bile olsa tavuk, tavuktur; lavuk da lavuktur.


İşte dönerciye gidiyorum. Yine memleketten giriyoruz, ta amerikalara kadar çıkıyoruz. Kinaye ediyoruz. Küfür ediyoruz. Milliyetçilerin, dincilerin, trafiğin, krizin allah belasını versin diyoruz. Ama yine de seviyoruz. Yine de özlediğimizi belirten yarım ağız bir cümlecikle bitiriyoruz diyaloğumuzu. Cümle kurmayı kendimize yediremiyoruz. Zira, bir insan evladı tavuk döner yerken, bir de yaptığı lavukluğa dair öznesi nesnesi zarfı eylemi tam teşeküllü bir cümle kurmak gibi bir duruma girmek istemez. Lavukluğun da bir limiti vardır.


Sonra telefoncuya gidiyorum. O da kaçmış. Iraklı Kürt, Türkçe biliyor, Nevşehir’de geçirmiş onca zaman garsonlukta. Sonra karşıma başı tülbentli, Anadolulu temizlikçi bir abla çıkıyor, yüzüme bakıyor: “Sen Türk müsün?” “Ha, evet sayılır” diyorum. “Ee güzelim, ne diye konuşmadın onca gündür benimle o zaman?”


Utanıyorum, gark ediyorum, gurk ediyorum. Türkiyeli olduğunuzu anlamadım demeye getiriyorum ama bu fazla aptalca bir yalan gibi geldiğinden, sözümü hemen orda geri alıyorum. Tam buradan nasıl kaçarım diye planlar kurarken Aksaraylı olduğunu öğrendiğim ablam “bir yolunu bul da burda kal, kapağı at” diyor. Bu noktada ben çokça gülüyorum. Tabii bu gülüş içimde gerçekleşiyor, ufak bir sırıtışla kafamı sallayabiliyorum. Bir yolunu bulup da nasıl kaçacam, sen ordan haber ver, diyemiyorum. Desem ne o beni anlayacak, ne ben onu.


Önce kendi lavukluğumu anlamaya karar verip, histeriyi tam burada kesiyorum.


Labels:

posted by Tolga @ 12:03 PM   0 comments
24.3.09
kıble-siz gece, etraf sis
şimdi aklıma anlatabileceğim
bir masal gelmiyorsa
bahar vakti olmasına karşın dolmuyorsa neşe soframıza
sesler kilometrelerce uzaktan gelip de kulak zarımızı kirletiyorsa
herşey u z a k s a
sokaklar yalnızsa
kurallar sıkıcı
kaçışa adanmışsa ömrümüz ve yerimizde öylece kalakalmışsak

bir masal da gelmiyorsa akla
her prenses renksiz, her ada sessiz, her şehir sensiz
[bırak altında kalayım
fayton seslerini duyamıyorum]
her dünya oksijensizse

yaşam belirtileri arayışını
başka gezegenlere mahsus kılmışsa asrın bilmi

aynaya her baktığımda yüzüm yoksa
elmacık kemiklerim yanağıma batıyorsa
zorunlu gülüşlerden kurtulamamışsak
bir tekme atamamışsak dönen koltuğa
[ grev zamanı, bırak işi gücü
dışarı çık, saklambaç oynayalım
beni bulacağın yeri bilirsin sen]

bir masal bir sevda bir ayrılık bir kavga
h i ç b i r ~ a n l a m ~i f a d e~ e t m i y o r s a

“sokaklar bizim için dar edilmişse”
“aşk bize küsmüşse”
[ “yok olur benliğin de
çürür de beden”]

“su çürümüşse”
biz çürümüşsek

bir masal düşleyemeyecek kadar yorgunsak
en sevdiğimizi bile içimize çekecek
nefesimiz kalmamışsa
ciğerimiz daralmışsa
en sevdiğimiz kalmamışsa,
[ bir tek bugün olsun
yak şu sigarayı
önce bir nefes al
sonra bastır tenime]

kimseler inanmıyorsa
bize
biz
kimselere inanmıyorsak

ne kaldı hayat adına?

lükstür artık kafiyeler ve şapkalar
ağzımızda buruşup duran kelama
posted by Tolga @ 2:56 AM   8 comments
“akşamın acı su karanlığı içinden
soğuk kadife teması yalnızlığın
şuh bir kahkaha balkonun birinden
gizli işareti midir bir başlangıcın

sevmek için geç ölmek için erken”

attila ilhan

Labels:

posted by Tolga @ 2:36 AM   0 comments
21.3.09

Bana adres sormayın, önümü bile göremiyorum...


Yanımdaki herkes, yaklaşık yirmi insan sırf benim yüzümden toplantılarda ve maillerde İngilizce kullanıyor. Gıcık olunuyorum. Gıcığım, haklılar.


Dönerciler de olmasa halimiz nic’olurdu? Buranın tüm dönercileri Dersimli... Dersim dört tren istasyonu içinde.


Kitaplarım. Nerdesiniz? Sizler sayesinde asosyalliğimle gururluyum, rakı içmek isteyip de içemediğim zamanlar hariç.


En büyük çokluk, bizim çokluk. Kriz zamanı kerizleri ile yandan yemişler biraraya gelmişler, Multitudo doğmuş.


İleride bir dükkan açacağım kendime. Ama döner dükkanı olmayacak, önyargıları tümden kıracağım.

Labels:

posted by Tolga @ 10:27 AM   6 comments
20.3.09

Omuzlarda yanmalar yine başladı.


Etrafta gördüğüm herkes bir makina. Kimi duygulanmaya programlanmış, kimi hissiz bir koşturmacaya...


Neye koşuyoruz? Nereye gidiyoruz? Medet umduğumuz bir öteki olmadan bir hiç’iz, hiç!


Ama her yanımız kan içinde. Şikayet edecek birşey bulmak öyle kolay ki, hele.... bir de yanımızda kimse olmayınca. Kalabalık bir salonda bir başımıza, kalabalık bir caddede bir başımıza, bir ırmak boyunca bira yudumlarken bir başımıza. Hani herkes içerken, sen gidersin bir yana da, isminle çağırırlar: “Hey, yine nereye gittin?” Sense birşey olmamış gibi, daldığını söylersin. Uzaklara gittiğini. Uzaklar dediğinse burdan bir an evvel kaçıp, yok olma isteğindir. Bitmen. Yok olman. Yok.


Bir aradalık bile ticari bir balonun yan ürünü ise, sevgi dediğin gösteri dünyasının sunduğu cesetlerden birinin adı ise. Dizi filmlerde, reklam panolarında, bilgisayar ekranlarında her an gözüne sokulanın...


Ya kucaklaşmalar? Nerede sabırla ve birşey beklemeden dinlemeler?


Siz arkadaşları borç vermedi diye Ayazağa ormanlarında kendini asan bir üniversite öğrencisi tanıdınız mı? Benim çok uzaktan merhabam vardı sadece. Kimse şaşırmadı ama gittiğine. Sonra bir arkadaşınız delirip birden size sırtını döndüğü , size küfretmeye başladığı oldu mu? Artık o arkadaşımın ismi bile geçmiyor arkadaş sohbetlerinde. Unutuldu. Belki unutulmak istedi.


Ama elden ne gelir? Sadece ölen ve deliren ve çıldıran ve en aşağılara inenler değil her birimizin yaşamı da silindi yavaş yavaş, gölge insanlara döndük... Onlarsız ve rahatlıkla ve umarsız söylediğimiz her sevgi ve nefret sözüyle birlikte aşındık birer birer.


Ama “sen hiç üzülme, hiç ağlama. Bak hala burdayız.” Ellerimiz açık, göğe bakınca sıkılsak da, ve medet diye sokulacağımız bir öteki olmasa da, burdayız işte.

Labels:

posted by Tolga @ 11:56 AM   0 comments
 
 
About Me



See my complete profile

Previous Posts
Archives