10.6.09
Bu blogun yeniden sonu geliyor. Geriye dönüp baktım şimdi, en eski blog postum 2007 Mart başları görünüyor. Muhasebecilik yapalım: Aradan iki yıldan fazla zaman geçmiş, dört beş kez silip yeniden yaratmışım, isimleri ve adresleri değiştirmişim, burdan gelen geçenle, birçok insanla öyle böyle tanışmışım, sevmişim, kızmışım, didişmişim, tartışmışım. Demek ki dünyamda öyle böyle yer edinmiş bir iş haline gelmiş blogculuk. Ama memnuniyetsizlik peşimi bırakmamış galiba ki, kullanıcı ismimi bile dört kez değiştirmişim!

Bol çelişkili yaşamda olanları ister istemez buralara yansıtmanın sonucu olmuş bu, sanırım...

Şimdi en başa dönünce şu zaman yazdıklarımla karşılaştırınca çok daha iyi şeyler yazdığımı görüyorum geçmişte; daha akıcı, daha cesur, daha yürekten mi dersiniz artık, bilmem ama daha iyi gibi en azından. İşte bir yerden sonra aksamaya başlamışım, dil'im dönmemeye başlamış, ve yazdıklarım kişisel çalkantılarımla, huysuzluklarımla da çarpışmaya başlamış. Halbuki kişisellik ancak zamana yayıldıktan sonra bir ayar tutturarak yazıya dökülmeli gibi uyuz bir ahlakım var sanırım benim. Bu kuralımı bozunca uzun vadede hoşlaşmıyorum kendimden.

Yanlış anlaşılmasın, elbet acaip bir şeyler döktürmek gibi bir niyetim olmadı, belli olduğu üzere yazdıklarım da aman aman olsun diye çırpınmıyorum zaten. Uzun bir süredir spontane, o an ne dökülmüşse aklımdan, bunları olduğu gibi aktarıyordum, sayıklıyordum. (Tabii aktarır aktarmaz hızlı bir düzenlemeden geçirmeye çalışarak...) Velhasıl kendi halimce karalamak amacından başka çok şey de gütmedi bu blogların her biri ama sonunda karaladıklarımı en başta benim sevmem, gerçekten sevmem gerekiyor. Bu sevgiye değer kılmak için de bir tür enerji gerekiyor.

Kibir diyeceksiniz belki içinizden ama o değil... Garip bir anksiyeteyle dolduruyor beni hemen aklıma gelenleri açmak. Bazılarınız anlıyordur mutlaka. Bazılarınız siliyor şimdi, duramaz bir aya kalmaz yeni bir tane açar diyecektir. Bazılarınız canın cehenneme, ne saçmalıyorsun. İşte bu bazılarınızın toplamı aslında bir bakıma da benim zaten.

Bir nefes almaklıktır bu gidiş.

Hoşçakalın şimdilik.

Ciao!
posted by Tolga @ 5:39 PM  
8.6.09
yazıya dair
Yazmak en baştan yasaklanmış öznenin ($) kendi üstüne çizik atmaya cüret etmesi demektir. Eğer çokça denildiği üzere yazmak (writing) aslında yeniden yazmaksa (rewriting), bu durumda çizikler üstüne çiziklerle dolu bir öznel varoluşu göze alıyoruzdur. Bu yazıdan ‘ben’ kadar ‘sen’ de sorumludur. Bundan yazar ve yazdıkları ayrıklaşır: Yazarın kendi yazdığına dair söylediklerini yazının ne’liğine dair bir kıstas olarak alamayız. İyi yazı, yazarını kapı dışarı edebilendir. Yazar artık sadece kovulduğu dış dünyadan ona aracılık yapabilmeye muktedirdir.

Yazmak, yeniden yazmaksa eğer, sürekli bir fark ortaya koyabilme huzursuzluğunu kendine dert eder durur. Bu dert onun motorudur aynı zamanda. Fark, yazarın bulunduğu koordinattan kaçmak ya da uçmak için sürekli bir memnuniyetsizliği araç ederek oluşturduğu, farkedilmeyecek sonsuz küçük izlerdir. Bu minik darbeler her yazıda raslantısalsa da, biriken yazılar toplamı yoluyla bir karakteri ayırdetmek gibi bir umudu da içlerinde taşırlar sonuçta. Böylece memnuniyetsizlik kendini ortaya koyma şansı bulacak, ötekini yadsırken kendini de yadsıyacak ve hiç bilmediği bir evrene gireceği umuduyla yaşam enerjisini sağlayacaktır. Bir şarkı ya da ezberlenmiş bir dua ağzımızdan çıktığında “akılsız”ca kendini tekrar eder ve böylelikle dinleyene de söyleyene de haz verir. (Ya da daha doğrusu ‘gaz’ verir.) Çünkü hazzın zerrece aklı olmaz; o, akla en yakın mesafedeki akılsızlıktır. Haz, aklın son kertede akılsızlığa aktığı noktada fışkırır.

Yazı, mikro ölçekte akılsızca evrilerek kendini idame ettiren sürecin bir parçasıdır işte. Her akılsız kelime çıkarımından sonra, yazar kendinin günün sonunda değişeceğine iman eder. O yüzden usta bir nişancıyı taklit edercesine tek gözünü kapatır da yazar. Her yere dikkat kesildiğinde aslında gidecek hiçbir yeri yoktur çünkü, bundan tek yapabileceği dışavurduğu akılsız bir söz’le yaşamın aptal kutsiyetine yaraşır olmaktan ibrarettir.

Labels: , ,

posted by Tolga @ 1:49 PM   2 comments
5.6.09
kimseli ya da kimsesiz
“… Bir zamanlar kendime: ‘Hayatı anlamak mı, hayatı yaşamak mı?’ diye sormuş ve anlamayı, dahası anlamaya çalışmayı ve anladıklarımı da yazmayı seçtiğimde, orada kimsesizliğimin, kimselerimden hakiki olduğunu bütün çıplaklığıyla görmüştüm; ben aslında o gün bugündür kimsesizim… Bu yüzden birileri, olsa olsa kimsem değil, kimsesizliğim oluyor benim…
Hayat ve ilişkiler, kimsesizliğinizi kavramanız için çok fırsat sunar size; gerisi size kalmıştır…Ya inanır ya da avunmayı sürdürürsünüz.Bu konuda gerçekten özgürsünüzdür. ”

“…Deliler, şizofrenler, filozoflar ve şairler dışında herkesin bir ‘kimsesi’ vardır; tabii bir de genellikle yok sayılan kimsesizliği… Çünkü insan, hep kimsesine bakan, kimsesizliğini ise inadına yadsıyandır… Bu yüzden ‘derdini söylemekle ona çare bulmanın aynı şey olmadığını’ anlayıncaya dek, hep ağlaya sızlaya koşar dururlar kimselerine; çünkü insan, sürekli avunması ve avutulması gereken bir varlıktır.”

[Yılmaz Odabaşı, Herkesin bir kimsesi bir de kimsesizliği]

Gerçi bu kadarı yeter ama tamamı şurada alıntılanmış.

Labels:

posted by Tolga @ 11:47 AM   3 comments
3.6.09
Alis'e
“And I will think of this
When I am dead in my grave”
(T. Waits)


Kimsesiz bir ceset. Türkü söyler. “Bir gün bu dünyadan göçüp gidersem”. Gariptir, ceset göçtüğü yerden ses çıkarmakta, olup bitmişin arkasından acılı bir ıslık çalmaktadır. Sesi duyulmaz ama kendini över durur ara ara. Ceset, seksensekiz dili birden (içinden) konuşur ama (dışından) duyulmaz. Ceset, Deleuze’un o yabancı aksanla yazmak olarak betimlediği stilin sahibidir. Stilli’dir maşallah.

Olmadık yere heyecanlanır, koca kalbi çarpar durur. Yerinden kalkıp, dans edecek platform arar mezarında. Olmaz. Stil sahibi değil boşuna: Kefenindeki gibi beyazdır saçları büyük ihtimal, içine girdiği tabutun kahverenginde de bıyıkları olsun ister bir de hüdadan. Üstüne ekilen çiçekleri göremez, düşler onları. Kafasındaki papatyayı katrilyonlarca kez yolmuştur halbuki her sene: O geldi ve ağladı, o geldi ve ağlamadı, o gelmedi ve ağladı, o gelmedi ve ağlamadı. Mezarı nasıldır acaba. Düzenli mi, kaç kez çocuklar su dökmüştür, kaç ayyaş işemiştir, kaç it kakalamıştır, üzerinde sevişen olmuş mudur. Saçmasapan sorular gibi görünebilir bunlar. Ama cesedin zamanı sonsuzdur, mekanı da daracık ve bir o kadar sonsuzdur yine, hayaletmek, yaşayamadığı gerçekliğin ne olduğu üstüne zihninde durmaksızın imgeler oluşturmak zorundadır. Velhasıl kendi mezarında kürek mahkumudur o.

“Düşler birleşsin, gerçekliğe yerleşsin” isimli harikulade bir eylemin organizatörü olmak istemiştir vakti zamanında, ama çok geçtir. Ertelenmiş düşler artık ancak bakterilerin, tür tür böcüklerin (böcek deme bana), selocanların (solucan ne iğrenç bikelime), mikimauslarla (sıçan çok kaba bikere) katıldığı orjilerde imkansızlığın en dibinde varolabilir. Bundan sapkın bir haz mı alır eskisi gibi, alsa n’olur almasa n’olur.

Acımasız birileri ‘o hakettiğini almıştır’ demişti sadece.

Labels:

posted by Tolga @ 8:37 AM   1 comments
Placebo effect
God damn it!

The price of not knowing enough German: Drinking decaffeinated coffee every goddamn morning.

It was Aldi, it was cheap and tell me why I am supposed to know the meaning of Entkoffeiniert !?

This explains my shitty, sleepy days despite my coffee filled stomach.

[I don't have Turkish keyboard right now and this is the first and the last English post in this blog.]



Labels:

posted by Tolga @ 1:07 AM   2 comments
 
 
About Me



See my complete profile

Previous Posts
Archives